26 Eylül 2016 Pazartesi

Çocuğun İletişim Dili: Oyun

  Çocuğun tabiatında adeta bir reflekstir oyun. Her çocuğun içinde canlanan bir etkinliktir. Fıtratında vardır. Çocuk, birkaç tahta parçası, basit bir kum yığını, bir kalem ve bir kağıt parçası ile dahi bir oyun kuracak hayal dünyasında yaşar. Çocuk ve oyun, et ile tırnak gibi ayrılmaz ikilidir.
Oyun, okul öncesi dönemdeki çocuğun zamanının büyük bir bölümünü alan, onun yaşadığı dünya hakkında bilgilenmesine, yaşıtlarının oluşturduğu sosyal çevrede ilişkileri ve kendi sınırlılıklarını tanımasına yardımcı olan bir faaliyet; sevinçlerini, üzüntülerini kendisine ve başkasına zarar vermeksizin olumlu bir şekilde ifade edebileceği bir yol, bir uğraştır. Oyun asla çocuğun boş zamanlarını doldurduğu bir etkinlik değildir. Oyun çocuğun işidir. Hayatının merkezinde hep oyun vardır. Aynı zamanda oyun, çocuğun öğrenme ve iletişim kanalıdır. İki çocuk bir araya geldiğinde konuşmak yerine hemen bir oyun kurmayı tercih ederler. Oynayarak anlaşırlar, tanışırlar. Oyunda ki hal ve hareketlerine göre birbirlerinin karakterlerini tanırlar. Çocuklar dünyayı, yaşamı, oyun ile öğrenirler. Fiziksel ve psikolojik açıdan gelişimleri için oyun hem bir araç, hem de amaçtır. Oyun çocuk için sevgi kadar değerli bir ruhsal besindir. Okul öncesi eğitimin temelinde de oyun vardır. Oyun dönemi bir gelişim dönemi demektir. Çocuk bu dönemden yeterince faydalanarak geçerse, diğer gelişim dönemlerine de o derece sağlıklı, manevi açıdan eksiksiz girme fırsatı elde etmiş olur. Oyun sayesinde üstlenmiş olduğu rollerle kendini özdeşleştirir bu şekilde kişiliği de gelişmiş olur.
Çocuk eşittir oyundur. Süs bitkisi gibi evin bir kenarında duran çocuk beklemekten vazgeçmeliyiz. Çocuğun her hareketine müdahale etmemeliyiz. Kendine zarar vermeyecek şekilde kendi kendine oyunlar oluşturması engellenmemeli aksine buna ortam hazırlanmalıyız. Ona dokunma, buna dokunma derken aslında çocuğun gelişim sürecine olumsuz etki yapmış oluyoruz. İmam Gazali’ye göre de oyun çocuğun belleğini yeniler, öğrenme gücünü arttırır, çocuğu dinlendirir. Enerjisini doğru yolla atmasını sağlar.
Oyunlar yaş gruplarına göre farklılık gösterir. Her yaş grubunda çocuğun ilgisini çeken farklı etkenler bulunur. Bu sebeple her oyun her yaş grubu için uygun değildir. Oyun çocuğun yaşına hitap etmelidir. Oyun çocuk eğitiminde çocukla iletişime geçmede en iyi araçtır. Bu sebeple oyun, etkili bir eğitimin de anahtarıdır.
Toplum içerisinde ki ebeveynlerin aklında yer edinmiş yanlış bir düşünce de çocuğa verilecek dini eğitimi erken bir zaman olarak görmesidir. Aksine bir şeyler almaya en müsait dönem çocukluk dönemidir. Büyümesini, ergenliğe girmesini beklemek olumsuz sonuçlar meydana getirebilir. Çocuk için çok geç olabilir.
Mü’min insan bilmeli ve inanmalıdır ki herhangi bir şey fıtrattan geliyorsa, o şeyin kontrolü mutlaka İslami kanallar ile sağlanabilir. İslam insanın fıtratında olan bir şeyi asla ihmal etmez, çözümsüz bırakmaz. Peygamber Efendimiz’de (sallallahu aleyhi vessellem) İslami eğitimin çocuk yaşta verilmesini öğütlüyor. Namaz eğitiminin çocuk yaşlarda verilmesi gerektiği ile ilgili hadis-i şerifi hepimiz muhakkak duymuşuzdur. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) çocukların oyunlarına saygı duymuş, namaz kılarken omuzlarına çıkan torunlarını azarlamamıştır. Zaman zaman oyunlarına da katılmıştır. Buradan hareketle ebeveynlerin çocuklarıyla oynayabilmeleri gerektiği sonucuna da varabiliriz. Peygamber Efendimizin de buyurduğu gibi “Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın.” Hiçbirimiz saatlerce ilmihal bilgisi anlatabileceğimiz bir çocuk düşünemeyiz. O halde çocuk yaşta İslami eğitim vermeye başlayacaksak; oyun dili en güzel yöntem olacaktır. Böylelikle çocuğa ulaşmış ve aşılamak istedikleri İslami eğitimi de verme fırsatı yakalamış olurlar.
Örneğin 4 yaşındaki bir çocuğa imanın şartlarını öğretirken bunu belli bir ritimde söyleyebiliriz, İslam tarihinde geçen bir olayı hikayeleştirerek anlatabiliriz, 10 yaşındaki bir çocuğun çeşitli ilmihal bilgilerini öğrenmesi için buna uygun hazırlanmış kutu oyunlarını kullanabiliriz. Yani vermek istediğimiz bilgiyi, ahlakı bir oyun şeklinde sunabilmek için küçük yöntemler geliştirmeliyiz. El becerilerimizi ve mimiklerimizi dahil etmeliyiz. Biraz düşünerek, çaba sarf ederek öğretmek istediklerimizi basit oyunlara çevirerek çocuklarımıza kolayca verebiliriz.
Hatırlamamız gereken önemli bir kural daha var. Çocuklar ne dediğimize değil, ne yaptığımıza bakarlar! Çocuklar büyüklerini taklit ederek de oyun oynarlar. Anne babalarının davranışlarını, kendileri de sergilerler zaman zaman. Anne ya da babayı namaz kılarken gören çocuk anne babasının yaptığı hareketleri tekrarlar. Çocuk anlar! Buna dikkat etmeliyiz. Çocuğa kötü örnek olacak bir davranışa nasıl olsa anlamaz diyerek devam etmemeliyiz. 3-4 yaşında bir çocuk bilinçli olarak olmasa da büyüklerinden gördüğü söz ve davranışları kopyalar, aynı tutum içerisinde bulunabilir. Böylece olumsuz bir davranışı da edinmiş olur. Birçoğumuz bu durumun olumlu veya olumsuz örneklerine şahit olmuşuzdur. Bu bağlamda dini eğitimi verebilmenin diğer bir yolu bizim uyguluyor olmamız ile gerçekleşir.
Oyuncak da bir eğiticidir. Eskiden olduğu gibi maalesef doğal ortamlarda oyun oynamak diye bir durum kalmamıştır. Doğallıktan uzak, apartman yığınları içerisinde geçen hayatımızda oyun demek fabrikaların yaptığı plastik oyuncaklar demektir. İstemesek de buna mecbur kaldık. Bu nedenle çocuğumuza oyuncak alırken de azami ölçüde seçici olmalıyız. Çünkü alacağımız bir oyuncak yıllar sonra üstesinden gelemeyeceğimiz bir ahlak problemi olarak çocuğumuzun üzerinde yer edinebilir. Örneğin kız çocukları için bulunan Barbie bebekler dinimiz açısından baktığımızda çocuklarımız için iyi bir örnek teşkil etmez. Giyim tarzıyla, makyajıyla çocuğun bilinçaltına yerleşir ve çocuğun hayal dünyası da bu ölçülerle şekillenir. Önüne bunun gibi oyuncak koyup, zamanı geldiğinde çocuktan tesettür beklemek boş bir beklenti olacaktır.
Son olarak bir hususu da üzülerek ifade etmek istiyorum.
Camilerde oyun oynayan çocukları kovalayanları hemen hemen hepimiz duymuşuzdur. Yıllardan beri bitmek tükenmek bilmeyen bu kötü davranışın üstesinden hala gelebilmiş değiliz. Camiye namaz kılmaya gelmiş hacı amcaların, camide oyun oynayan çocukları azarladığı, kovduğu bir dönemde; aynı hacı amcanın akşam eve geldiği zaman torununun namaz kılmamasından şikayet etmesi ne kadar trajikomik bir durumdur. Çocuk oyunla mutludur. Bu mutluluğun elinden alındığı ortam, bilinçaltında bulunmak istemeyeceği bir yer olarak kazınır. Müslüman insanlar olarak, çocuklarının imanlarını dert edinen mü’minler olarak, bu “camiden uzaklaştırıcı” davranışın üzerine gitmeye mecburuz.
Bilinmelidir ki; çocuğun ibadeti oyundur.


Kolaylaştırılan Boşanma

  Modern yaşam tarzının getirmiş olduğu batı özentiliği ve modern yaşam arzusu toplumumuzda yıkım etkisi yapmış durumda. Modernleşen ve giderek batılılaşan hayatlar yaşıyoruz. Bu hayatları yaşarken kimliğimizden, değerlerimizden aynı hızla uzaklaşıyoruz. İslami yaşantı ancak vicdanları rahatlatacak kadar eksik bir şekilde yaşanıyor. Dinlerini tavizli hale getirdi müslümanlar. İnsanlar maddiyat üzerinden üstünlük taslıyorlar. İslami açıdan bakıldığında aslında tepki gösterilmesi gereken bir durum olağan bulunabiliyor. Son söylediğimize televizyonlardan bahsederek örnek gösterebiliriz. Son zamanlarda yayınlanan tv dizileri hiçbir yönden örnek teşkil etmediği halde ailece ya da çocuklar tarafından rahatlıkla seyredildiğine şahit oluyoruz. Bir zamanlar mücadele ettiğimiz haçlılar, zihniyetimizi, yaşam tarzımızı, kültürümüzü işgal etti dememiz yanlış olmaz. Üstelik bu şekilde tepki koymak yerine bize de benimsemek düştü. Çünkü bunları bize kendi isteğimizle kabul ettirerek yaptılar. Bu durumda değişen ve kimliğinden uzaklaşan bir aile modeli ortaya çıkmaya başladı.
Aile yapısını zehirleyen bir anlayış benimsedik. Eşlerin birbirinden beklentileri ve birbirlerine karşı tutumları da değişmiş oldu. Samimiyet ve güven azaldı. Böylelikle dünya hırsları kişisel çıkarları ön plana itti.
TÜİK'in istatistiklerine bakacak olursak 2010 yılında bir yıldan az bir sürede boşananların sayısı 937 iken 2012 yılında 4080 ve 2013 yılında 4385 olduğunu görürüz. Dikkat edelim buradaki veri yalnızca evliliği bir yıldan kısa süren kişilerin sayısıdır.
Olayın vehametini kavramak zor olmasa gerek. Bizi bu noktaya getiren nedir? Boşanmalar nasıl bu kadar kolaylaştı? Bunları düşünerek çözüm üretilmeli. Eşlerin arasındaki negatif etkisi olan olguları engellemeye yönelik zihnimizi zorlamalıyız.
Yine boşanmaları arttıran sebepleri bulup önlemler alabiliriz.
Toplumumuzda kadınlar olarak ''kendini ezdirme'' düşüncesi yaygın ne yazık ki. İlk fırsatta erkeğine karşı gardını alan adeta düşman gibi gören bir kadın profili mevcut. Bu ezdirmeme düşüncesi adı altında karşı tarafı küçük düşürme çabaları, altta kalmama, kendini her zaman haklı konumda görme, asla özür dilememe gibi alt başlıklar sıralayabiliriz. İtaat eksikliğini de ciddi etkisi olan sorunlara ekleyebiliriz. Başka birinin sorumluluğunu taşıdığımız bilincinde olmamakta aynı etkiyi yapacaktır. “Ben” düşüncesinin yerini “biz” düşüncesi almalıdır.
Kanaatkarsız tutumlar, yetinmeyi bilmemek, hep daha fazlasını istemek hem karşı tarafı üzer hem de eşler arasında sevginin yerini mesafelere bırakır. İnsanlar net olarak bir maddi dayanak beklerler ve bunu kurtuluş olarak görürler. Oysa bugün sahip olduğumuz şeylerin ertesi gün elimizde bulunup bulunmayacağının garantisi yoktur. 
Henüz evlenme aşamasında iken bile maddi beklentilerin fazla olması, tarafların mal mülk uğruna birbirlerini incitmekten kaçınmamaları evliliğin maddiyat üzerinden yürütülmesi evliliğin sağlam temeller üzerinde bulunmadığını gösterir. Bir insanın yüzlerce evi olabilir ancak birgün onların olmayacağının da bilince olmalıdır.
Eşler arasındaki yetersiz iletişimi de bu sebepler arasına dahil etmek mümkündür. Eşlerin birbirlerine yeterince vakit ayırmamaları iletişimin zayıflamasına ve bağların kopmasına neden olacaktır.
Sosyal medyanın kullanımının artması da çeşitli olumsuzlukları beraberinde getirmiştir. Aile bireyleriyle geçirilen vakit bu yolla verimsizleşmiş ve kısalmıştır.
Tüm bunları islami hassasiyetlerden uzak yaşamanın sonuçları olarak değerlendirebiliriz. Aslında tüm sebeplerin altında yatan etken islama uygun yaşanmayan hayatların göstergesidir. Evliliğe islami pencereden baktığımızda huzurun da çok uzakta olmadığını göreceğiz. Rabbimiz evliliği dinin yarısını tamamlamak olarak bizlere bildiriyor. Evliliği dayandırdığımız temele dikkat etmeliyiz. İslami perspektifte bir temele dayandırmak dünya huzurumuzu da sağlayacak boşanma kavramının bu denli yaygınlaşmasını da etki edecektir.

 Boşanmaların bu denli artması dünya endeksli bir hayatın tezahürüdür. Dünya hayatına fazlaca daldığımızı bilmek ve önlem almak hayat kurtarıcı, yuva kurtarıcı nitelikte olacaktır. Boşanma elbette insanlara verilmiş dini haklardandır. Ancak boşanmaya Allah'ın en sevmediği helal olarak bakabiliyor muyuz? Bu şekilde düşünüldüğünde doğru davranış gerçekleşmiş olacaktır.

Kutlu Bir Direnişin Adı: Zeyneb Gazali

           Hz. Adem’ den bu yana hak-batıl mücadelesi süregelmiştir. Peygamberler sonrasında toplumu etkilemiş önderler Hakk’ın yanından batıla karşı durmuşlardır. Batılın adamları da Hakk’ın yanında olanlara ellerinden gelen zulmü sakınmadılar. Masum insanlara türlü suçlar atfettiler, ailelerini dağıttılar, dayanılmaz işkencelere maruz bıraktılar. Geçmişte böyleydi günümüzde böyle gelecekte de bu böyle olacaktır. Hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar sürüp gidecektir. Çünkü Allah’ın, kullarını imtihan ettiğini biliyoruz. Kullarının iyinin yolundan mı yoksa kötünün yolundan mı gittiğine bakıyor. “Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır “ Tevbe 111 ayetinden de bunu anlıyoruz. 20. Asırda Mısır’da Batılı düşüncelerin benimsetilmeye çalışılması, Kur’an’ı tahrif etme çabaları, dinin asıl değerlerinden uzaklaştırılıp özünü kaybettirme gayretlerine karşı mücadele edecek davetçilere ihtiyaç vardı. İşte o dönemde Hakk’ın yanında duran Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve yine o teşkilattan Zeyneb Gazali’yi görüyoruz.
    
                             Zeyneb Gazali
Zeyneb Gazali kimdir, neyimiz olur? Nereden kazınmış tarihin sayfalarına? Kronolojik birkaç satır okuyalım diye mi? Yoksa onun o günkü  heyecanı bizim hayatımıza da dokunsun diye mi? Kaçıncı sınıfa kadar hangi köy okulunda hangi şartlarda okuduğu değil elbette derdimiz. Şu an onu hala anıyor olmamız da bu yüzden değildir. Öyle insanlar vardı ki ümmetin sesi olurlar. Hakk’ı haykırırlar da kol kanat gererler kardeşlerine. Bir avuç insan da olsalar nice binleri korkuturlar. Çekmedikleri çile kalmaz ama Rabb’lerine sığındıkları için dem vurmazlar hiçbir zaman. Bilirler ki çile biter, dünya biter, hesap günü gelir, mizan gelir, teslim oldukları Rabb’lerinin adaleti gelir. Bu yüzden gam yemezler. Davalarını yaşatmak uğruna bir basamak bir tuğla olurlar adeta. Evet Zeyneb Gazali’nin nerede doğduğunu, ona kimin baktığını bilmeyebilirsiniz. Sadece onu anladığınızda Zeyneb Gazali kimdir bilirsiniz işte. Kayıta değer olan da bu değil midir zaten? Kişilerden çok simgeledikleri kavramlar, topluma verdikleri yön mühimdir. Zeyneb Gazali de bu insanlardan bir hanım olarak 20 yüzyılda yer ediyor. Ve Zeyneb Gazali kim dersek: Dinini davası edinen kadın… Davası uğruna çileler çekmiş, dayanılmaz ve acımasız türlü işkencelere katlanmış önder, örnek bir hanım. Ona baktığımızda inandığı dava uğruna çaba sarfeden, yerinde oturup olan biteni seyretmekle kalmayan bir hanımefendi görüyoruz. Gençliğinde batılı anlayışı benimseyip bu yönde hizmetler vermiş olsada daha sonra Hasan El Benna ile tanışması ve davetiyle tamamen yön değiştirip islami çalışmalar yapmaya başlamıştır. Ve artık onu hiçbir islam düşmanı korkutamaz olur. Dava kardeşlerini sahiplenir, ihtiyacı olanlara yardımda bulunur. Bizler çektiği işkenceleri okuduğumuzda bile tüylerimiz ürperirken o ne kadar eziyet ve işkenceye uğramış da olsa davasını satmaz. Yiğit bir nefer gibi dimdik durur küfrün karşısında. Bu davadan vazgeçmesi uğruna para, makam  her türlü dünyevi teklifi reddeder. Yüreği iman dolu bu önder hanımefendinin islam davası uğruna yaptığı çalışmalara bayanlar olarak ayrı bir perspektiften bakabilmeliyiz. Ki bu bakış içinde bulunduğumuz zamanla birlikte hayatımıza tesir etsin. Bugün elbette yaşam şartları farklıdır. Ancak bizler Zeyneb Gazali’nin duruşunu, davasını şu şekilde yorumlayabiliriz hayatımıza: Günümüzde İslam’a karşı duran ne gibi fikir, durum, olay vardır ve bizim duruşumuz ne şekildedir? Örneğin tesettürün bugün moda haline gelmiş olmasındaki tavrımız nedir? Modalaşmış tesettüre karşı çıkıyor, çevremize bu yanlışı anlatıyor muyuz? Yoksa hangi renk şalın moda olduğunu hangi rengin ne tür kıyafetle kombin yapıldığını takip etmekten kendimizi alamıyor durumda mıyız? Bugün ümmetin durumunu düşünüp dertlenenlerden miyiz? Yoksa tek yaptığımız toplumun ahlakını bozmuş ve bozmakta olan dizileri takip etmek mi? Etrafımıza duyarlı, aman gördüğümüz bir yanlış düzelsin, aman yardıma ihtiyacı olan var mı diye koşturanlardan mı yoksa bana dokunmayan yılan bin yaşasın dercesine üç maymunu oynayanlardan mıyız? Bugünlerde derdimiz, instagramın en güzel en gösterişli sofra sunumlarını çekip vaktimizi çöpe atmak mı yoksa vaktini namusu görüp bir saniyenin hesabını yapmak mı?

                                      20. Asırda Bir Nesibe
Babası Zeyneb’i yetiştirirken ona örnek sahabe hanımlardan Nesibe Binti Kab’ı örnek almış ve ona Nesibe diye seslenmiştir. Nesibe Binti Kab’ı Uhud’da göstermiş olduğu cesaretinden tanıyoruz. Allah için kafire bir erkek gibi kılıç sallayan mücahide, Allah yolunda şehid olma onurunu arayan mübarek kadın Nesibe. Zeyneb Gazali’nin babası da henüz küçük bir kız iken Zeyneb’ine tıpkı Nesibe’nin kılıç kullanması gibi tahta parçasından bir kılıçla “Haydi kafirleri öldür, koru Peygamberini” (sav) diyerek bir oyun olarak öğretir. Kızına tıpkı Nesibe’ninki gibi bir yaşam gayesi benimsetmektir amacı. Daha sonrasında da görüyoruz ki Zeyneb Gazali, Nesibe misali İslam’ın galip gelmesi adına çabalamış, batıla karşı durmuş örnek bir hanım olmuştur. Nesibe’nin bir erkek misali kafirin karşısında durduğu gibi Zeyneb Gazali de zulme karşı gelebilmek için tüm varlığını ortaya koymuştur. Nesibe gibi yılmamış, umutsuzluğa düşmemiş, zulümler karşısında dava arkadaşlarına da umut ve moral aşılamıştır. En zor anlarında şükretmekten kaçınmamış, zulmü Allah’a havale etmiştir. Söylemlerini türlü tehditlere rağmen değiştirmemiş büyük bir kararlılık göstermiştir. Erkeklerin dayanamayacağı işkencelere dayanmış, büyük bir iman gücüyle sabretmiştir. Nesibe gibi aldığı darbelere, yaralara aldırış etmemesi ancak Allah’a tam bir teslimiyetle mümkün olsa gerek. Bugün aynı iman gücünü yüreklerimizde hissedebiliyorsak bizlere ne mutlu. Hakk’ı haykıran, cihad yüklü yüreklere ne mutlu. Dünya zincirlerini kırmış, cennet yüklü yüreklere ne mutlu. Derdi kendisi değil ümmeti olanlara ne mutlu. Allah için canlarını ve mallarını ortaya koyan yüreklere ne mutlu. Nesibe yüreklilere ne mutlu!
                                       Mısır’da Neler Oluyor?
Dönemin durumuna baktığımızda ise ümmet topraklarının işgal edilmesinin yanı sıra zihinlerinde işgali söz konusu olmuştur. Ümmetin topraklarına girilmesiyle beraber Müslümanlığına da müdahale edildi. Bundan en büyük darbeyi ise Kur’an Kerim ve kadınlar görmüştür. Kur’an istenilen zamanda okunup istenilen zamanda okunmayacak bir kitap haline getirilmeye çalışıldı. Okunmasının da yasaklandığı durumlar meydana geldi. Bunlardan biri Türkiye’de okunmasının ve alfabesinin yasaklanmasıyla, diğeri de Mısır’da yasaklanmasıyla olmuştur. Ancak Mısır’da uygulanan politika biraz daha farklı olmuştur. Mısır’da Kur’an’ın okunmamasından ziyade içi boşaltılmak istenmiştir. Bunun altında yatan sebep ise Mısır’ın ilmin yoğun olduğu, alim yetiştirildiği bir yer olmasıdır. İngilizlerin işgal etmesiyle İngiliz kuklası idareciler Mısır’ın başından eksik olmamıştır. Nice sarıklı adamlar İngilizlerin gözüne girebilmek için onların istediği gibi konuşmuşlar adeta şeytan dostu olmuşlardır. Kur’an’ın tarihselliği diye bir şey ortaya attılar ve Kur’an’ın indirildiği döneme ait olduğunu, o tarihteki şartlara göre indiğini ve bu zamanı ilgilendirmediğini iddia etmişlerdir. İngilizlerin diğer işgal alanı ise kadın zihniydi. Kadınların zihnine fitne salarak aileyi çökertmeyi hedeflediler. Kadınların tesettürleri bir yana, kadınlar kadınlıklarının gereği doğurganlıklarını, kadınlıklarını inkar eder oldular. Bugüne baktığımızda ise bu müdahalenin ciddi etkiler yaptığını ve hala devam ettiğine tanıklık ediyoruz. Zihinlerin işgali, doğaya atılmış bir pet şişe misali yıllar yıllarca varlığını devam ettiriyor.
                               Zeyneb Gazali’nin Hasan El Benna İle Görüşmesi
Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın başkanı olan Hasan El Benna Zeyneb Gazali’yle görüşür ve Müslüman Bacılar adıyla kendi teşkilatında çalışmasını teklif eder. Zeyneb Gazali ilk olarak bu teklifi reddetse de sonrasında Hasan El Benna’ya biat eder. Müslüman Kardeşler tebliğ yapmak amacıyla kurulmuş, Kur’an’ı tahrif etme girişimlerine karşı çalışmalar yapan bir teşkilattır. İngiliz sömürgeciliğinde olan Mısır’da çeşitli misyonerlik faaliyetleri de yürütülür, Müslüman çocuklarının üzerlerinde kirli oyunlar oynanmaktadır. Hristiyan misyonerleri, Müslümanları Hristiyanlaştırma çabalarındadır. Sokak ve cadde isimleri dahi değiştirilerek yabancı isimler konmaktadır. Sonuçta o ilim merkezi Mısır’ın içi boşaltılmış, etkisiz, sıradan bir ülke hale getirmek istenmiştir. En büyük işgal de bu değil midir? Hasan El Benna ve arkadaşları da bu duruma dayanamayarak Batıla karşı çalışmalar yapmıştır. Hasan El Benna din ve ahlak dersleri verirken yapılan misyonerlik faaliyetleriyle de mücadele ederek Müslüman çocukları kendi himayesinde eğitim vermiştir. Zeyneb Gazali de kadınlara yönelik çalışmaları üstlenmiştir. Ancak Mısır’ın başındaki idareciler de bundan rahatsız olmuş ve çalışmaları engelleme adına her yola başvurmuşlardır.
                  Mısır’ın Zeyneb’inden Modanın Zeyneplerine…
Ümmetin topraklarının işgal altında olmasının yanı sıra Müslümanlığın da işgal altında olduğundan söz etmiştik. Müslümanlığın işgali olarak Kur’an’ın tahrif edilme çabaları ve kadının yeniden inşası, zihin yapısının değiştirilmesi ve değerlerinin sorgulatılması şeklinde olduğunu öğrendik. Batılda biliyordu ki bir toplumun yapılanması da çöküşü de kadın üzerinden meydana gelir; çünkü kadın nesil yetiştirir. Kadın bir tohumdur adeta. Tohumda hasar varsa bitki nasıl sağlıklı olabilir? Söz ettiğimiz bir bina ise temeldir kadın. Çürük olan temel ise ömrü kısadır o binanın. Toplum ailedir, aile ise kadın. Zihin işgalleri en kalıcı ve etkili işgaldir. Bu sebeple bir toplumun çöküşü için oynanan oyunlar kadın üzerinden yürütülmüştür. O zamanlar Müslüman kadınların akıllarına sokulan fitnenin tezahürü bugün ortada. Moda esiri, feminist kafa yapısında bir kadın duruyor bugün karşımızda. Ümmetin kadını! Kadınların bugün tesettür adı altında giydiği kıyafetler tesettür kavramının da içinin boşaltıldığını bizlere gösteriyor. Başını örtmekle tesettürlü olunmuyor. Bunun adı olsa olsa vicdan rahatlatmaktır. Tesettür dediğimiz şey Allah’ın istediği, ayette belirttiği gibi olandır. Bundan daha net ne olabilir? Tesettür dediğimiz kıyafetimizden sevap mı kazanıyoruz, yoksa örtünmeyi yanlış göstererek bir de buna tesettür diyerek vebal altına mı giriyoruz? Bir diğer fitne ise kadının konumu noktasındaki sıkıntıdır. Kadının doğurganlığını, ev hanımlığını özgürlüğüne gem vurma olarak empoze etmek girişimlerinde bulundular. Gece hayatı olan, çocuk sahibi olmaktan kaçınan, eve bağlı bir hayatı olmayan kadın özgür, hakları olan, söz sahibi, erkeklerle eşit konumda ve bir örnek model haline getirildi. Allah’ın, ayaklarının altına cennet serdiği kadını nefsani bir hayata mahkum ettiler. Mısır’ın Zeyneb’i ise tüm bu müdahalelere dik bir duruş, ümmete siper olmuş bir kadın demekti. Derdi erkeklere karşı hak sahibi olmak değil, ümmetin geleceğiydi. Özgürlüğü sokaklarda değil, Rabb’in istediği, razı olduğu bir hayat yaşama çabasında buldu o. Kıyafetine hangi renk ipek şalın yakışacağını değil, ümmetin gençlerini nasıl yetiştireceğini düşündü. Her daim etrafına ışık saçanlardan oldu.
                            Kadın, İlim Ve Tebliğ
İlim bilmektir. Bilmek ise en büyük güçtür. Bilen anlatır, yönlendirir, etkiler. İlim deryasında yüzmek, ilimle meşgul olmak Allah’ın kuluna bahşettiği bir nimettir. Ve bu nimetten yalnızca özel insanlar faydalanabilir. Peygamber Efendimiz “İki kişiden başkasına gıpta etmek yoktur. Birincisi, sahip olduğu malı Allah yolunda harcayan kimse. İkincisi, ilmiyle amel edip onu başkalarına öğreten kimse.” Olarak buyuruyor. Görüyoruz ki ilim dinimizde çok önemli bir noktadır.  Kadınların ilimle olan ilişkilerine baktığımızda bunun zayıf kaldığını görmekteyiz. Bugünkü meşguliyetler basit ve dünyevi kalmış durumda. Oysa ki hicretten itibaren 7. Asırda kızların çeyizlerinde bile ilim kitapları bulunurmuş. Bir kızın ne kadar kitaptan istifade ettiğine bakılırmış. Bugün ise ilim (belki) yaz dönemlerinde öğrenilecek duruma getirildi. İlmi bir yaşam tarzı haline getiremedik. Eğer okula gidiliyorsa okul dersleri daha önemliydi. Öncelikler sıralamasında çok gerilerde bıraktık. Bizler ilim öğrenmekle sorumluyuz. Yukarıdaki hadisten de anlayacağımız üzere ilim öğrenmek, başkalarına da öğretmek erkekler için söylenmiş bir söz değildir. Kadın da erkek de kullukta aynı yerdedir. Bu sebeple kadının ilimle meşgul olması, tebliğ yapması da doğal bir durumdur. Tüm bu yazıda verdiğimiz bir örnek Zeyneb Gazali’dir. Bizler önce kendimizden sonra etrafımızdaki insanlardan da sorumluyuz. Müslümanlar olarak etrafımızdaki insanlara bildiklerimizi anlatmakla, gördüğümüz yanlışlar düzeltilsin diye uyarmakla görevliyiz. Daha çok öğrenme, daha çok öğretme çabasında olmalıyız. Kadınların bu noktada bir revizyona ihtiyaç duyduklarını görüyoruz. Televizyon karşısında geçirdiğimiz o kadar vaktin bir kısmında ilmihal okumaları yapabiliriz, komşularımızdan, etrafımızdan öğrenebileceğimiz şeyler var ise fırsatı değerlendirmeliyiz. Bilgiye aç olmalıyız adeta. Zamanın alimleri normal bir ekmek yemek yerine onu ıslatarak yemeyi tercih ediyorlardı ki bu şekilde daha az çiğnemiş olarak buradan bile vakit tasarrufu yaparlardı. İlim öğrenme hırsı onları bu konuma getirmişti. Önümüzde duran tarihten Müslüman bir  olan Zeyneb Gazali’nin gençleri yetiştirmesi, onları da davetçi yapması bizlere örnek olmalıdır. Bu ümmete böyle kadınlar gerek. Öyle ki toplumun ahlakı düzelsin
                        Yüreğin Varsa Oku: Zindan Hatıraları
Köpekler Sürüyle
  Hücrenin koyu karanlığı yuttu beni. Tanık olduğum tuhaflık ve vahşet karşısında, “Bismillah, es-selamu aleykum” deyip girdim.
  Kapı kilitlendi ve eziyet vermek için yüksek voltajlı lambalar yakıldı. Ansızın, 24 nolu hücrenin köpeklerle dolu olduğunu gördüm. Sayısını hatırlayamadığım bir sürü köpek! Korkumdan gözlerimi yumdum, ellerimi göğsüme bastırdım. Dışarıdan asma kilit ve zincir takıldığının belirtisi olan sesler geliyordu.
  Köpekler beni görür görmez üzerime üşüştü. Her tarafımdan asılmaya, bedenimi kemirmeye başladılar. Başıma, ellerime, göğsüme, sırtıma her biri bir yandan saldırıyordu. Isırdıkları yerlerimin, yaralarımın acısını duyabiliyordum yalnızca.
  Korkunun şiddetinden gözlerimi bir an açtım, gördüğüm manzaranın ürkütücülüğünden hemen kapattım. Ellerimi koltuk altlarıma gizledim. “Bismillah ya Allah” diye başlayarak, Allah’ın tüm güzel isimlerini bir bir okumaya başladım. Bitirince bir kez daha tekrarladım.
  Köpekler bedenimin her yanını aralıksız tırmalıyor, dişliyor, üzerime yükleniyorlardı. Azı dişlerini kafamın derisinde, kolumda, sırtımda, bacaklarımda hissediyordum.
  Bu korkunç ortam karşısında Rabbime seslenmeye yakarmaya başladım. “Allah’ım kendinle meşgul et ki başkalarıyla uğraşmayayım. Ey tek olan, Ehad ve Samed olan Rabbim, Sen beni meşgul et ki yalnız Seninle olayım. Beni bu korkunç ortamdan kurtar beni. Kendinle meşgul et. Vereceğin huzur ve güvenle kuşat. Senin yolunda, Senin sevginle, Senin hoşnutluğunla, Senin muhabbetinle şehadeti bana nasib et. Ey Allah’ım, müminlerle birlikte benim de ayaklarımı sabit tut. Bizlere güven ve sabır ver.” Tüm bunları kalbimden okuyordum. Köpekler, sürekli vücuduna saldırıyor, ısırıp kemiriyorlardı.
  Saatler geçti. Kapı açıldı ve hücreden çıkardılar beni. Öyle sanıyordum ki üstümdeki beyaz elbiselerim tümden kana batmıştı. Köpeklerim vücudumu ve elbiselerimi delik deşik ettiğini düşünüyordum. Bir de ne göreyim, elbiselerime sanki kimse dokunmamış, bedenime de bir tek diş batmamıştı. Şaştım kaldım.
  “Allah’ım, her şeyden münezzehsin. Benimle birliktesin. Senin keremine layık mıyım ki! Rabbim, hamd yalnız Sana’dır.”
  Bunların tümünü içimden söyledim. Çünkü şeytani herif kolumu sıkıca tutmuş, durmadan soru yağmuruna tutuyordu beni.
  “Köpekler nasıl seni parça parça etmemişler. Üstünü başını niçin parçalamamışlar?”
                                                                         ***
  Kamçılar Bana Yöneldi
Besyuni emir verdi: ”Alın bunu. Bundan fayda gelmez.” Deyip çıktı. Ancak hemen geri döndü. Yanında Safvet ve bir asker vardı. Sert ve korkunç bir hareketle beni yere yıktılar. El ve ayaklarıma kelepçe vurarak kasapların hayvan astığı gibi darağacına astılar. Suç üzerine eğitilmiş ve oldukça tecrübe kazanmış birtakım kişilerce vahşi bir şekilde dayağa çekildim. Bayılıncaya kadar Allah’ın adını tekrarlıyordum.
  Ayıldığımda bir sedye üzerindeydim. Ne konuşacak ne de hareket edecek durumdaydım. Ancak neler olup bittiğinin farkındaydım. Beni hücreye götürdüler. Kendimi toparladığım zaman şiddetli bir kanama geçirdiğimi anladım. Kapıyı çalıp kanı durduracak bir şey vermelerini, bir doktor gelmesini istedim. Ancak karşılık olarak küfür ve lanetler geldi.
  Her şey kendisinin elinde olan Allah’a yine yalvarmaya koyuldum. Başıma gelen bu musibetten kurtarmasını isteyerek dua ettim. Rasulullah (sav)’ in, “Mazlumun duasından sakın. Onunla Allah arasında perde yoktur.” Hadisini hatırladım.
  Kanın kesilmesi için Allah’a yalvarmamın sonunda yüce Allah kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak duamı kabul etti. Ancak gövdemin her yanındaki yara ve sızılardan acı içinde kıvranmaya devam ettim. Diğer yandan falakadan ötürü ayaklarımda sanki ateş yanıyordu. Allah’ı anmaya, namazla kendimi dinlendirmeye ve başıma gelen bu azaptan kendisine sığınmaya koyuldum.
  Böylece acıklı ve vahşet dolu geceler geçti. Doktorsuz, ilaçsız bir durumda acılar içinde kıvranmayı sürdürdüm. Her gün bir dilim ekmek, bir dilim sarı peynir atmak için kapıyı aralayan şeytandan başka insan da yok. Getirdiği bu şeyleri olduğu gibi geri götürüyordu. Çünkü yemek olarak getirdiklerini kokusuna katlanamıyordum.


22 Eylül 2016 Perşembe

Ev "Hanımı" Mı, Ev "Kölesi" Mi?

   Kadın ve erkek iki ayrı fıtrat üzeredir. Her ikisinin de gücü, dayanıklılığı,görevleri de buna bağlı olarak farklı niteliktedir. Kadınların duygularının ağır bastığı, şefkat ve merhametli yönlerinin daha fazla ön planda olduğunu biliyoruz. Erkekler ise bunun tam tersi olarak daha fazla mantıklarıyla hareket ederler, duyguları saklıdır. Bunun akabinde kadın ve erkek için fıtratları gereği bir görev dağılımı yapılmıştır. Erkek çalışır, kazanır; kadın ise evi ve çocuklarıyla ilgilenir. Doğal olanı budur.
   Ancak zamanla kapitalist batı toplumları kadını da sisteme kurban ederek çalışma hayatına mahkûm etmiştir. Erkeklerin yapacağı güçte işler için kadınlar çalıştırılmıştır. Gün geçtikçe kadın için de yaşamın her alanında çalışma hayatı söz konusu olmuştur. Bu durumda artık kadının üzerinde hem iş hem de ev ve çocuklarının sorumluluğu bulunmaktadır. Kadının çalışıyor olması elbette başlı başına bir problem değildir. Bunun dinen de bir sakıncası yoktur. Ancak değinmemiz gereken nokta ev hanımlığına bakışın bir iş olarak veya kayda değer bir durum olarak görülmemesi ya da çalışan kadınların güç sahibi, özgür ve özenilen bir noktada görülmesidir. Sürekli olarak evde olma hali korkulan bir durum haline gelmiştir. Artık huzuru evler değil, çalışıyor olmak sürekli dışarda olmak vermektedir. Oysa çalışan bir kadın sahip olduğu sorumlulukların artmış olması sebebiyle daha fazla yorulmuş olacaktır. Evine ve çocuklarına vakit ayırmak isterken ve yetebilme düşüncesiyle nitekim daha fazla enerji harcaması gerekmektedir. Bu aile huzuru ve düzeninin bozulmaması adına önemli bir etkendir. Burada değinmiş olduğumuz nokta kadının çalışmasının olumsuz tarafları değil, sorumlulukların artmasıyla mevcut düzenin bozulmaması adına gösterilecek olan çabanın altından kalkabilmektir. Buna binaen ev hanımı olan bir insanın vakti evine ve çocuklarına kalmış olacaktır. Aynı zamanda kendine ve dinlenmeye de yeterli vakti bulması zor olmayacaktır. Bir iş yeri ortamında olmaması demek değer kaybettiği ya da zayıf görüldüğü anlamına gelmez, gelmemelidir. Hele ki "nasıl olsa işin yok" olarak bakılacak bir durum hiç değildir. Çünkü ev hanımı olmak, hayatı kısır günleriyle, dedikodularla, boş işlerle uğraşmak demek değildir. (Bunları yapan da yoktur diyemeyiz malesef). Aksine sahip olunan zamanı çok iyi değerlendirebilecek bir fırsat demektir. Bir ev hanımı vakıf işlerinde koşuşturabilir, ilmi çalışmalara katılabilir, kendini geliştirmek adına kitaplar okuyabilir. Evinden yürütebileceği bir işe de sahip olabilir hatta. Ancak bu da malesef bir "iş" olarak görülmez yinede. Çünkü evden uzak kalma durumu yoktur.
   Bu taraftan bakıldığında da yapılacak ne denli işler mühim işlerin olduğunu görmek zor değildir.        Ancak Batı'nın kadının yeniden modellemesi ve bunu kabul edişimiz mühim işler yaptığımızda bile bunu küçük görmektedir. Ev hanımı olan bir kadın çoğu zaman köle,değersiz ve zavallı bir konumda görülmektedir adeta. Bu noktada bakış açımızı değiştirmeli ve bu zamanın bozduğu kadın modellemesi üzerinde düşünmeliyiz. Ev hanımlığına yüklediğimiz anlamları gözden geçirmeliyiz. İtici bir kavram olmaktan çıkarmalı ve bir fırsat olarak görebilmeliyiz. Zira evde oturmak olarak değil, kendimize ve ümmete faydalı olabilecek nice işler yürütebileceğimiz bir alan olarak bakabiliriz.