26 Eylül 2016 Pazartesi

Kutlu Bir Direnişin Adı: Zeyneb Gazali

           Hz. Adem’ den bu yana hak-batıl mücadelesi süregelmiştir. Peygamberler sonrasında toplumu etkilemiş önderler Hakk’ın yanından batıla karşı durmuşlardır. Batılın adamları da Hakk’ın yanında olanlara ellerinden gelen zulmü sakınmadılar. Masum insanlara türlü suçlar atfettiler, ailelerini dağıttılar, dayanılmaz işkencelere maruz bıraktılar. Geçmişte böyleydi günümüzde böyle gelecekte de bu böyle olacaktır. Hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar sürüp gidecektir. Çünkü Allah’ın, kullarını imtihan ettiğini biliyoruz. Kullarının iyinin yolundan mı yoksa kötünün yolundan mı gittiğine bakıyor. “Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır “ Tevbe 111 ayetinden de bunu anlıyoruz. 20. Asırda Mısır’da Batılı düşüncelerin benimsetilmeye çalışılması, Kur’an’ı tahrif etme çabaları, dinin asıl değerlerinden uzaklaştırılıp özünü kaybettirme gayretlerine karşı mücadele edecek davetçilere ihtiyaç vardı. İşte o dönemde Hakk’ın yanında duran Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve yine o teşkilattan Zeyneb Gazali’yi görüyoruz.
    
                             Zeyneb Gazali
Zeyneb Gazali kimdir, neyimiz olur? Nereden kazınmış tarihin sayfalarına? Kronolojik birkaç satır okuyalım diye mi? Yoksa onun o günkü  heyecanı bizim hayatımıza da dokunsun diye mi? Kaçıncı sınıfa kadar hangi köy okulunda hangi şartlarda okuduğu değil elbette derdimiz. Şu an onu hala anıyor olmamız da bu yüzden değildir. Öyle insanlar vardı ki ümmetin sesi olurlar. Hakk’ı haykırırlar da kol kanat gererler kardeşlerine. Bir avuç insan da olsalar nice binleri korkuturlar. Çekmedikleri çile kalmaz ama Rabb’lerine sığındıkları için dem vurmazlar hiçbir zaman. Bilirler ki çile biter, dünya biter, hesap günü gelir, mizan gelir, teslim oldukları Rabb’lerinin adaleti gelir. Bu yüzden gam yemezler. Davalarını yaşatmak uğruna bir basamak bir tuğla olurlar adeta. Evet Zeyneb Gazali’nin nerede doğduğunu, ona kimin baktığını bilmeyebilirsiniz. Sadece onu anladığınızda Zeyneb Gazali kimdir bilirsiniz işte. Kayıta değer olan da bu değil midir zaten? Kişilerden çok simgeledikleri kavramlar, topluma verdikleri yön mühimdir. Zeyneb Gazali de bu insanlardan bir hanım olarak 20 yüzyılda yer ediyor. Ve Zeyneb Gazali kim dersek: Dinini davası edinen kadın… Davası uğruna çileler çekmiş, dayanılmaz ve acımasız türlü işkencelere katlanmış önder, örnek bir hanım. Ona baktığımızda inandığı dava uğruna çaba sarfeden, yerinde oturup olan biteni seyretmekle kalmayan bir hanımefendi görüyoruz. Gençliğinde batılı anlayışı benimseyip bu yönde hizmetler vermiş olsada daha sonra Hasan El Benna ile tanışması ve davetiyle tamamen yön değiştirip islami çalışmalar yapmaya başlamıştır. Ve artık onu hiçbir islam düşmanı korkutamaz olur. Dava kardeşlerini sahiplenir, ihtiyacı olanlara yardımda bulunur. Bizler çektiği işkenceleri okuduğumuzda bile tüylerimiz ürperirken o ne kadar eziyet ve işkenceye uğramış da olsa davasını satmaz. Yiğit bir nefer gibi dimdik durur küfrün karşısında. Bu davadan vazgeçmesi uğruna para, makam  her türlü dünyevi teklifi reddeder. Yüreği iman dolu bu önder hanımefendinin islam davası uğruna yaptığı çalışmalara bayanlar olarak ayrı bir perspektiften bakabilmeliyiz. Ki bu bakış içinde bulunduğumuz zamanla birlikte hayatımıza tesir etsin. Bugün elbette yaşam şartları farklıdır. Ancak bizler Zeyneb Gazali’nin duruşunu, davasını şu şekilde yorumlayabiliriz hayatımıza: Günümüzde İslam’a karşı duran ne gibi fikir, durum, olay vardır ve bizim duruşumuz ne şekildedir? Örneğin tesettürün bugün moda haline gelmiş olmasındaki tavrımız nedir? Modalaşmış tesettüre karşı çıkıyor, çevremize bu yanlışı anlatıyor muyuz? Yoksa hangi renk şalın moda olduğunu hangi rengin ne tür kıyafetle kombin yapıldığını takip etmekten kendimizi alamıyor durumda mıyız? Bugün ümmetin durumunu düşünüp dertlenenlerden miyiz? Yoksa tek yaptığımız toplumun ahlakını bozmuş ve bozmakta olan dizileri takip etmek mi? Etrafımıza duyarlı, aman gördüğümüz bir yanlış düzelsin, aman yardıma ihtiyacı olan var mı diye koşturanlardan mı yoksa bana dokunmayan yılan bin yaşasın dercesine üç maymunu oynayanlardan mıyız? Bugünlerde derdimiz, instagramın en güzel en gösterişli sofra sunumlarını çekip vaktimizi çöpe atmak mı yoksa vaktini namusu görüp bir saniyenin hesabını yapmak mı?

                                      20. Asırda Bir Nesibe
Babası Zeyneb’i yetiştirirken ona örnek sahabe hanımlardan Nesibe Binti Kab’ı örnek almış ve ona Nesibe diye seslenmiştir. Nesibe Binti Kab’ı Uhud’da göstermiş olduğu cesaretinden tanıyoruz. Allah için kafire bir erkek gibi kılıç sallayan mücahide, Allah yolunda şehid olma onurunu arayan mübarek kadın Nesibe. Zeyneb Gazali’nin babası da henüz küçük bir kız iken Zeyneb’ine tıpkı Nesibe’nin kılıç kullanması gibi tahta parçasından bir kılıçla “Haydi kafirleri öldür, koru Peygamberini” (sav) diyerek bir oyun olarak öğretir. Kızına tıpkı Nesibe’ninki gibi bir yaşam gayesi benimsetmektir amacı. Daha sonrasında da görüyoruz ki Zeyneb Gazali, Nesibe misali İslam’ın galip gelmesi adına çabalamış, batıla karşı durmuş örnek bir hanım olmuştur. Nesibe’nin bir erkek misali kafirin karşısında durduğu gibi Zeyneb Gazali de zulme karşı gelebilmek için tüm varlığını ortaya koymuştur. Nesibe gibi yılmamış, umutsuzluğa düşmemiş, zulümler karşısında dava arkadaşlarına da umut ve moral aşılamıştır. En zor anlarında şükretmekten kaçınmamış, zulmü Allah’a havale etmiştir. Söylemlerini türlü tehditlere rağmen değiştirmemiş büyük bir kararlılık göstermiştir. Erkeklerin dayanamayacağı işkencelere dayanmış, büyük bir iman gücüyle sabretmiştir. Nesibe gibi aldığı darbelere, yaralara aldırış etmemesi ancak Allah’a tam bir teslimiyetle mümkün olsa gerek. Bugün aynı iman gücünü yüreklerimizde hissedebiliyorsak bizlere ne mutlu. Hakk’ı haykıran, cihad yüklü yüreklere ne mutlu. Dünya zincirlerini kırmış, cennet yüklü yüreklere ne mutlu. Derdi kendisi değil ümmeti olanlara ne mutlu. Allah için canlarını ve mallarını ortaya koyan yüreklere ne mutlu. Nesibe yüreklilere ne mutlu!
                                       Mısır’da Neler Oluyor?
Dönemin durumuna baktığımızda ise ümmet topraklarının işgal edilmesinin yanı sıra zihinlerinde işgali söz konusu olmuştur. Ümmetin topraklarına girilmesiyle beraber Müslümanlığına da müdahale edildi. Bundan en büyük darbeyi ise Kur’an Kerim ve kadınlar görmüştür. Kur’an istenilen zamanda okunup istenilen zamanda okunmayacak bir kitap haline getirilmeye çalışıldı. Okunmasının da yasaklandığı durumlar meydana geldi. Bunlardan biri Türkiye’de okunmasının ve alfabesinin yasaklanmasıyla, diğeri de Mısır’da yasaklanmasıyla olmuştur. Ancak Mısır’da uygulanan politika biraz daha farklı olmuştur. Mısır’da Kur’an’ın okunmamasından ziyade içi boşaltılmak istenmiştir. Bunun altında yatan sebep ise Mısır’ın ilmin yoğun olduğu, alim yetiştirildiği bir yer olmasıdır. İngilizlerin işgal etmesiyle İngiliz kuklası idareciler Mısır’ın başından eksik olmamıştır. Nice sarıklı adamlar İngilizlerin gözüne girebilmek için onların istediği gibi konuşmuşlar adeta şeytan dostu olmuşlardır. Kur’an’ın tarihselliği diye bir şey ortaya attılar ve Kur’an’ın indirildiği döneme ait olduğunu, o tarihteki şartlara göre indiğini ve bu zamanı ilgilendirmediğini iddia etmişlerdir. İngilizlerin diğer işgal alanı ise kadın zihniydi. Kadınların zihnine fitne salarak aileyi çökertmeyi hedeflediler. Kadınların tesettürleri bir yana, kadınlar kadınlıklarının gereği doğurganlıklarını, kadınlıklarını inkar eder oldular. Bugüne baktığımızda ise bu müdahalenin ciddi etkiler yaptığını ve hala devam ettiğine tanıklık ediyoruz. Zihinlerin işgali, doğaya atılmış bir pet şişe misali yıllar yıllarca varlığını devam ettiriyor.
                               Zeyneb Gazali’nin Hasan El Benna İle Görüşmesi
Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın başkanı olan Hasan El Benna Zeyneb Gazali’yle görüşür ve Müslüman Bacılar adıyla kendi teşkilatında çalışmasını teklif eder. Zeyneb Gazali ilk olarak bu teklifi reddetse de sonrasında Hasan El Benna’ya biat eder. Müslüman Kardeşler tebliğ yapmak amacıyla kurulmuş, Kur’an’ı tahrif etme girişimlerine karşı çalışmalar yapan bir teşkilattır. İngiliz sömürgeciliğinde olan Mısır’da çeşitli misyonerlik faaliyetleri de yürütülür, Müslüman çocuklarının üzerlerinde kirli oyunlar oynanmaktadır. Hristiyan misyonerleri, Müslümanları Hristiyanlaştırma çabalarındadır. Sokak ve cadde isimleri dahi değiştirilerek yabancı isimler konmaktadır. Sonuçta o ilim merkezi Mısır’ın içi boşaltılmış, etkisiz, sıradan bir ülke hale getirmek istenmiştir. En büyük işgal de bu değil midir? Hasan El Benna ve arkadaşları da bu duruma dayanamayarak Batıla karşı çalışmalar yapmıştır. Hasan El Benna din ve ahlak dersleri verirken yapılan misyonerlik faaliyetleriyle de mücadele ederek Müslüman çocukları kendi himayesinde eğitim vermiştir. Zeyneb Gazali de kadınlara yönelik çalışmaları üstlenmiştir. Ancak Mısır’ın başındaki idareciler de bundan rahatsız olmuş ve çalışmaları engelleme adına her yola başvurmuşlardır.
                  Mısır’ın Zeyneb’inden Modanın Zeyneplerine…
Ümmetin topraklarının işgal altında olmasının yanı sıra Müslümanlığın da işgal altında olduğundan söz etmiştik. Müslümanlığın işgali olarak Kur’an’ın tahrif edilme çabaları ve kadının yeniden inşası, zihin yapısının değiştirilmesi ve değerlerinin sorgulatılması şeklinde olduğunu öğrendik. Batılda biliyordu ki bir toplumun yapılanması da çöküşü de kadın üzerinden meydana gelir; çünkü kadın nesil yetiştirir. Kadın bir tohumdur adeta. Tohumda hasar varsa bitki nasıl sağlıklı olabilir? Söz ettiğimiz bir bina ise temeldir kadın. Çürük olan temel ise ömrü kısadır o binanın. Toplum ailedir, aile ise kadın. Zihin işgalleri en kalıcı ve etkili işgaldir. Bu sebeple bir toplumun çöküşü için oynanan oyunlar kadın üzerinden yürütülmüştür. O zamanlar Müslüman kadınların akıllarına sokulan fitnenin tezahürü bugün ortada. Moda esiri, feminist kafa yapısında bir kadın duruyor bugün karşımızda. Ümmetin kadını! Kadınların bugün tesettür adı altında giydiği kıyafetler tesettür kavramının da içinin boşaltıldığını bizlere gösteriyor. Başını örtmekle tesettürlü olunmuyor. Bunun adı olsa olsa vicdan rahatlatmaktır. Tesettür dediğimiz şey Allah’ın istediği, ayette belirttiği gibi olandır. Bundan daha net ne olabilir? Tesettür dediğimiz kıyafetimizden sevap mı kazanıyoruz, yoksa örtünmeyi yanlış göstererek bir de buna tesettür diyerek vebal altına mı giriyoruz? Bir diğer fitne ise kadının konumu noktasındaki sıkıntıdır. Kadının doğurganlığını, ev hanımlığını özgürlüğüne gem vurma olarak empoze etmek girişimlerinde bulundular. Gece hayatı olan, çocuk sahibi olmaktan kaçınan, eve bağlı bir hayatı olmayan kadın özgür, hakları olan, söz sahibi, erkeklerle eşit konumda ve bir örnek model haline getirildi. Allah’ın, ayaklarının altına cennet serdiği kadını nefsani bir hayata mahkum ettiler. Mısır’ın Zeyneb’i ise tüm bu müdahalelere dik bir duruş, ümmete siper olmuş bir kadın demekti. Derdi erkeklere karşı hak sahibi olmak değil, ümmetin geleceğiydi. Özgürlüğü sokaklarda değil, Rabb’in istediği, razı olduğu bir hayat yaşama çabasında buldu o. Kıyafetine hangi renk ipek şalın yakışacağını değil, ümmetin gençlerini nasıl yetiştireceğini düşündü. Her daim etrafına ışık saçanlardan oldu.
                            Kadın, İlim Ve Tebliğ
İlim bilmektir. Bilmek ise en büyük güçtür. Bilen anlatır, yönlendirir, etkiler. İlim deryasında yüzmek, ilimle meşgul olmak Allah’ın kuluna bahşettiği bir nimettir. Ve bu nimetten yalnızca özel insanlar faydalanabilir. Peygamber Efendimiz “İki kişiden başkasına gıpta etmek yoktur. Birincisi, sahip olduğu malı Allah yolunda harcayan kimse. İkincisi, ilmiyle amel edip onu başkalarına öğreten kimse.” Olarak buyuruyor. Görüyoruz ki ilim dinimizde çok önemli bir noktadır.  Kadınların ilimle olan ilişkilerine baktığımızda bunun zayıf kaldığını görmekteyiz. Bugünkü meşguliyetler basit ve dünyevi kalmış durumda. Oysa ki hicretten itibaren 7. Asırda kızların çeyizlerinde bile ilim kitapları bulunurmuş. Bir kızın ne kadar kitaptan istifade ettiğine bakılırmış. Bugün ise ilim (belki) yaz dönemlerinde öğrenilecek duruma getirildi. İlmi bir yaşam tarzı haline getiremedik. Eğer okula gidiliyorsa okul dersleri daha önemliydi. Öncelikler sıralamasında çok gerilerde bıraktık. Bizler ilim öğrenmekle sorumluyuz. Yukarıdaki hadisten de anlayacağımız üzere ilim öğrenmek, başkalarına da öğretmek erkekler için söylenmiş bir söz değildir. Kadın da erkek de kullukta aynı yerdedir. Bu sebeple kadının ilimle meşgul olması, tebliğ yapması da doğal bir durumdur. Tüm bu yazıda verdiğimiz bir örnek Zeyneb Gazali’dir. Bizler önce kendimizden sonra etrafımızdaki insanlardan da sorumluyuz. Müslümanlar olarak etrafımızdaki insanlara bildiklerimizi anlatmakla, gördüğümüz yanlışlar düzeltilsin diye uyarmakla görevliyiz. Daha çok öğrenme, daha çok öğretme çabasında olmalıyız. Kadınların bu noktada bir revizyona ihtiyaç duyduklarını görüyoruz. Televizyon karşısında geçirdiğimiz o kadar vaktin bir kısmında ilmihal okumaları yapabiliriz, komşularımızdan, etrafımızdan öğrenebileceğimiz şeyler var ise fırsatı değerlendirmeliyiz. Bilgiye aç olmalıyız adeta. Zamanın alimleri normal bir ekmek yemek yerine onu ıslatarak yemeyi tercih ediyorlardı ki bu şekilde daha az çiğnemiş olarak buradan bile vakit tasarrufu yaparlardı. İlim öğrenme hırsı onları bu konuma getirmişti. Önümüzde duran tarihten Müslüman bir  olan Zeyneb Gazali’nin gençleri yetiştirmesi, onları da davetçi yapması bizlere örnek olmalıdır. Bu ümmete böyle kadınlar gerek. Öyle ki toplumun ahlakı düzelsin
                        Yüreğin Varsa Oku: Zindan Hatıraları
Köpekler Sürüyle
  Hücrenin koyu karanlığı yuttu beni. Tanık olduğum tuhaflık ve vahşet karşısında, “Bismillah, es-selamu aleykum” deyip girdim.
  Kapı kilitlendi ve eziyet vermek için yüksek voltajlı lambalar yakıldı. Ansızın, 24 nolu hücrenin köpeklerle dolu olduğunu gördüm. Sayısını hatırlayamadığım bir sürü köpek! Korkumdan gözlerimi yumdum, ellerimi göğsüme bastırdım. Dışarıdan asma kilit ve zincir takıldığının belirtisi olan sesler geliyordu.
  Köpekler beni görür görmez üzerime üşüştü. Her tarafımdan asılmaya, bedenimi kemirmeye başladılar. Başıma, ellerime, göğsüme, sırtıma her biri bir yandan saldırıyordu. Isırdıkları yerlerimin, yaralarımın acısını duyabiliyordum yalnızca.
  Korkunun şiddetinden gözlerimi bir an açtım, gördüğüm manzaranın ürkütücülüğünden hemen kapattım. Ellerimi koltuk altlarıma gizledim. “Bismillah ya Allah” diye başlayarak, Allah’ın tüm güzel isimlerini bir bir okumaya başladım. Bitirince bir kez daha tekrarladım.
  Köpekler bedenimin her yanını aralıksız tırmalıyor, dişliyor, üzerime yükleniyorlardı. Azı dişlerini kafamın derisinde, kolumda, sırtımda, bacaklarımda hissediyordum.
  Bu korkunç ortam karşısında Rabbime seslenmeye yakarmaya başladım. “Allah’ım kendinle meşgul et ki başkalarıyla uğraşmayayım. Ey tek olan, Ehad ve Samed olan Rabbim, Sen beni meşgul et ki yalnız Seninle olayım. Beni bu korkunç ortamdan kurtar beni. Kendinle meşgul et. Vereceğin huzur ve güvenle kuşat. Senin yolunda, Senin sevginle, Senin hoşnutluğunla, Senin muhabbetinle şehadeti bana nasib et. Ey Allah’ım, müminlerle birlikte benim de ayaklarımı sabit tut. Bizlere güven ve sabır ver.” Tüm bunları kalbimden okuyordum. Köpekler, sürekli vücuduna saldırıyor, ısırıp kemiriyorlardı.
  Saatler geçti. Kapı açıldı ve hücreden çıkardılar beni. Öyle sanıyordum ki üstümdeki beyaz elbiselerim tümden kana batmıştı. Köpeklerim vücudumu ve elbiselerimi delik deşik ettiğini düşünüyordum. Bir de ne göreyim, elbiselerime sanki kimse dokunmamış, bedenime de bir tek diş batmamıştı. Şaştım kaldım.
  “Allah’ım, her şeyden münezzehsin. Benimle birliktesin. Senin keremine layık mıyım ki! Rabbim, hamd yalnız Sana’dır.”
  Bunların tümünü içimden söyledim. Çünkü şeytani herif kolumu sıkıca tutmuş, durmadan soru yağmuruna tutuyordu beni.
  “Köpekler nasıl seni parça parça etmemişler. Üstünü başını niçin parçalamamışlar?”
                                                                         ***
  Kamçılar Bana Yöneldi
Besyuni emir verdi: ”Alın bunu. Bundan fayda gelmez.” Deyip çıktı. Ancak hemen geri döndü. Yanında Safvet ve bir asker vardı. Sert ve korkunç bir hareketle beni yere yıktılar. El ve ayaklarıma kelepçe vurarak kasapların hayvan astığı gibi darağacına astılar. Suç üzerine eğitilmiş ve oldukça tecrübe kazanmış birtakım kişilerce vahşi bir şekilde dayağa çekildim. Bayılıncaya kadar Allah’ın adını tekrarlıyordum.
  Ayıldığımda bir sedye üzerindeydim. Ne konuşacak ne de hareket edecek durumdaydım. Ancak neler olup bittiğinin farkındaydım. Beni hücreye götürdüler. Kendimi toparladığım zaman şiddetli bir kanama geçirdiğimi anladım. Kapıyı çalıp kanı durduracak bir şey vermelerini, bir doktor gelmesini istedim. Ancak karşılık olarak küfür ve lanetler geldi.
  Her şey kendisinin elinde olan Allah’a yine yalvarmaya koyuldum. Başıma gelen bu musibetten kurtarmasını isteyerek dua ettim. Rasulullah (sav)’ in, “Mazlumun duasından sakın. Onunla Allah arasında perde yoktur.” Hadisini hatırladım.
  Kanın kesilmesi için Allah’a yalvarmamın sonunda yüce Allah kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak duamı kabul etti. Ancak gövdemin her yanındaki yara ve sızılardan acı içinde kıvranmaya devam ettim. Diğer yandan falakadan ötürü ayaklarımda sanki ateş yanıyordu. Allah’ı anmaya, namazla kendimi dinlendirmeye ve başıma gelen bu azaptan kendisine sığınmaya koyuldum.
  Böylece acıklı ve vahşet dolu geceler geçti. Doktorsuz, ilaçsız bir durumda acılar içinde kıvranmayı sürdürdüm. Her gün bir dilim ekmek, bir dilim sarı peynir atmak için kapıyı aralayan şeytandan başka insan da yok. Getirdiği bu şeyleri olduğu gibi geri götürüyordu. Çünkü yemek olarak getirdiklerini kokusuna katlanamıyordum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder